22.05.2008

1


...




Saat epeyce sabahtı, anlamlar yüklemeye çalıştığım zamanlardı sanırım, hatırlamıyordum. Zira sensiz neler yapılır, bilmediğim dönemlerin de en parlak zamanlarıydı.

Bu yazının tadı aynı mıydı?

Hep aynı mı dökülüyordu?

Ya da herkesin gözyaşı da bu kadar tuzlu muydu?

Bilmediğim ne varsa anlatacak mıydın?

Ne öğrenmek istediğimi bilmeden, bilemeden; senden öğrenmek isteğimin sınırındaydım.

Uykusuzluğun tınıları can acıtıyor, uyuyamadan olan sabahların maviliği hep sendeydi, aklım balkonun köşesinde bir ömürdeydi, yaşayamadığımın ömürlerin mutluluğunu kıskanıyordum…

Tekliğin acıttığında, beni duyanların önemi ne kadar cana can katardı ki, uslanmayan dumanlı düşlerim vardı, ruhum tütüyordu, kanatlarım tutuşuyordu, biri beni düşünüyormuş, dağların ardı onunmuş. Söyledikleri sarıyormuş, kanatlarım acıyormuş, gerisi gereksiz kalabalıklarmış, gerisi bilip de yaşadığımız düş ülkesinin beyaz geceleriymiş, yollarda ki yalnızlığımızmış, rüzgâr nerden esiyor diye düşünmediğimiz zamanlarmış, yanında koştuğum, dinlendiğim, anlattığım, sustuğum, tuzlandığım, seni bana, beni sana kattığımız zamanlarmış.

Hayat yönünü bize göre belirlemiş, diyemediklerimizi savurmuş, sondaki sahilde toplamamız için verilen süre dolduğunda, hiç yaşayamayacağımız masalların buruk tadıymış. Ellerim kadar küçükmüş bu dünya, düşlerim kadar büyükmüşüz biz, sığamadığımız dünyadan alınan hırsların toplamı kadarmış çaresizliğimiz, hani bir kişi bile bilse, bir kişi dahi bilse, acımıza ortak olsa, daha mı az acırdık.

Küçük bir kızmışım, batık gemilerde kırık oyuncaklarıyla oynayan, bu dünyaya sığmıyorum, en sevdiğim bozkırlara nasıl yakıştığımızı da biliyorum artık, ekinlerin arasından ne kadar güzel görünüyordu bu dünya… En acısı da bunu bilmekmiş…

!

Hiç yorum yok: